Sekiro: Shadows Die Twice İncelemesi
Gölgeler iki defa ölür, kimileri ise her bossta…
Bekledik, günlerce bekledik. From Software’in yeni bir IP’ye hayat verdiğini düşündükçe heyecanımız katlandı, kalbimiz pır pır etti; dağıtımcının Activision olduğunu hatırladıkça göğsümüz sıkıştı, heyecanımız kursağımıza dizildi.
Kafalarda hep bir çelişki dalgası. Acaba oyun dünyasının açgözlü devi, From Software’i dize mi getirecek? Yoksa From Software kalite standartından ödün vermeyerek Activision’ı eski güzel günlerine doğru bir yolculuğa mı çıkaracak…
Ortaya çıkan sonuç karşısında hala şaşkınım sevgili okur. Sekiro tam bir oyun, her şeyiyle tam bir oyun olarak karşımızda. Ne ek paketi var, ne season pass’i. Ne DLC kozmetikleri var, ne lootboxları. 60$’lık standart bir AAA oyun. Baştan sona, tam bir oyun tecrübesi Sekiro. (Nelere şükreder hale geldik ya Rabbi)
Ve Activision’ın bütün bunlarla hiçbir problemi yokmuş gibi gözüküyor. Hatta ve hatta geçenlerde bir sonraki Call of Duty’nin dolu dolu bir tek kişilik moda sahip olacağını açıkladıklarını da göz önünde bulundurursak, acaba Activision’da hafiften bir köklere dönüş rüzgarı mı esiyor, ne dersiniz?
Neyse, Activision’u ve politikalarını kenara bırakalım, zira önümüzde çok daha önemli ve dikkate şayan bir şey var. Yılın en çok beklenen oyunlarından “Sekiro: Shadows Die Twice”
Souls…borne?
Sizlerin merak taşını çok fazla törpülemeden ağzımdaki baklayı çıkarayım, Sekiro bir “Souls” oyunu değil. Evren olarak zaten uzaktan yakından alakası yok. Oynanış, bosslar, karakterler ve mekanikler açısından ise çok çok farklı.
İnanın bu gerçekliğe kendimi inandırmak bu yazıyı yazmaktan daha çok zamanımı aldı. Saatlerce Sekiro’yu Souls beklentisiyle oynadım. Sonunda içimde biriken keçi inadını kırdım ve oyunu olduğu gibi kabullendim. Sekiro’yu oynamayı düşünüyorsanız sizlere de kesinlikle bunu tavsiye ederim. Hem oyunda daha rahat ilerlediğinizi, hem de kafanızın daha rahat olduğunu hissedeceksiniz.
Tabi bu demek değil ki oyunun Souls serisiyle hiçbir bağı yok, iki oyun mukayese dahi edilemez. Elbette hayır. Hatta kafanızda temiz bir resim oluşması adına yazı boyunca Sekiro’nun bir takım özelliklerini sıkça Souls serisiyle mukayese edeceğim. Böylece Souls oyuncuları bu yeni oyuna ısınıp ısınamayacakları noktasında daha rahat karar kılabilirler.
Souls oyuncusu değil misiniz? From Software oyunlarına ilk defa Sekiro ile mi dalış yapmayı düşünüyorsunuz? O vakit sizlere internetten, bilinen youtuberların yahut twitch yayıncılarının değil de, amatör oyuncuların Sekiro denemelerini izlemenizi tavsiye ediyorum. Gördüğünüz manzaradan memnun kalırsanız ve kendinizi zorluğa alıştırabileceğinize inanıyorsanız, tamamdır. Lakin internetteki Souls ustası adamların Sekiro Bosslarını kağıt doğrar gibi doğradığı videolara aldanıp Sekiro’yu satın alırsanız, sizleri acı bir sürprizin beklediğini söylemem gerekiyor.
Yalnız kurdun hikayesi
Soulsborne oyunlarına aşina olanlar, From Software’in şimdiye dek oldukça pasif bir hikaye anlatım metodu benimsediğini biliyorlardır. From Software hikayenin temelini verir, kalanını ve dünyayı kavrayabileceğiniz Lore’u ise oyun dünyasını didik didik ederek siz keşfedersiniz.
Kimi oyuncular bu durumu çok severken, kimi oyuncular ise (seriyi sevmelerine rağmen) daha oturaklı ve başı sonu belli bir hikaye anlatımı istediklerini belirtmekten geri durmazlar. Ben bu anlatım metodu tercihinin her daim Soulsborne oyunlarının atmosferine ciddi manada katkı sağladığını düşünen taraftanım. O karanlık, gotik mimari, berserk esintileri, orta çağ avrupasının en karanlık dönemlerini mübalağa ederek yansıtan tasarımlar ve hakkında gördüğümüzden çok daha fazlasını öğrenebildiğimiz boss’lar ile Soulsborne oyunları hep bir bütün gibi gelmiştir bana. Çaresizlik hissini muntazaman yansıtabiliyor olmaları ise cabası elbette.
Öte yandan Sekiro oldukça hikaye odaklı bir oyun. Yani hikaye odaklı derken, Soulsborne’lar hikaye odaklı değil demek istemiyorum. Lakin Sekiro onlara nazaran, oyunun hikayesini çok çok daha merkeze oturtan bir yapım.
Her şeyden öte bir ana karakterimiz var. Bu cinsiyeti, sesi, fiziksel özellikleri, belli bir oranda fıtratı ve hikayesi önceden belirlenmiş bir karakter. Siz “o”sunuz, Sekiro’sunuz. Başka biri değilsiniz, başka biri olamazsınız ve zaten başka biri de olamıyorsunuz.
Hikayemiz de işte bizim bu esas oğlanımızın çocukken bir Ninja ustası tarafından savaş alanından kurtarılıp evlat edinilmesiyle başlıyor. Yaşı ilerleyen karakterimiz, gün geçtikçe Owl (Baykuş) lakaplı ustası/babalığının eğitimi altında, daha maharetli bir Shinobi’ye dönüşüyor. Ustası yeterince maharetli olduğuna karar kıldığında ise ona çok önemli bir görev tevdi ediyor. Japonyanın en güçlü derebeyliklerinden birinin en küçük varisini yani yeni efendisini korumak.
Akabinde yıllar geçiyor, envai çeşit olay cereyan etmiş oluyor ve ana karakterimizi geniş bir yarığın içinde depresyona girmiş bir şekilde buluyoruz. Buradan çıkıyor, efendimiz olan veleti buluyor (Kuro) ve bizim sol kolumuzu kaybedip hikayeye asıl başlayacağımız noktaya doğru ilerliyoruz.
Kuro’ya velet dediğime bakmayın, 10 yaşında ama oyundaki karakterlerin %99’undan daha mantıklı ve aklı selim davranışlar sergiliyor.
Hikaye hakkında çok fazla spoiler vermek istemiyorum. Muazzam değil, üzerinde inanılmaz düşünülmüş bir hikaye olmadığı da aşikar. Fakat yine de başından sonuna oyunun ağırlığını taşıyabilecek düzeyde bir hikaye elimizdeki ve ben bu hususta Sekiro’yu oynamaya karar kılacak oyuncuların zevkini baltalamak istemiyorum.
Yine de şunu belirtmem lazım; hikaye çok daha iyi olabilirmiş. Souls serisinin lore’unu ortaya koyan adamların günün sonunda böyle bir hikaye ve kurguyla ortaya çıkması beni şaşırtmadı desem yalan olur. Çok daha detaylı, çok daha nitelikli ve incelikli bir hikaye beklerdim.
Hikayenin çok dallanıp budaklanmayan ve temel olarak Souls serisine nazaran zayıf kalan yapısı dünya tasarımına da yansımış haliyle. Sekiro’da gezindiğimiz haritaların yarısı mağaralar ve birbirinin aynı Edo dönemi mimarisi Japon binalarından oluşuyor (iç ve dış). Demon Souls, Dark Souls ve Bloodborne ile mukayese ettiğiniz vakit oyunun dünyasının çok daha yalın ve vasat kaldığı ayan beyan gözler önüne seriliyor maalesef.
Örnek vermek gerekirse oyunun neredeyse üçte biri Ashina kalesi, Ashina kalesinin dış cephesi ve Hirata malikanesinde geçiyor. Bu üç haritanın tamamı binalar arasına yerleştirilmiş düşmanlardan ibaret. Hatta oyunun en orijinal düşmanlara ve tasarıma sahip haritası ancak oyunu daha çok zahmet ederek bitirdiğiniz vakit açılıyor. Oyunu kısa yoldan bitirirseniz (Sekiro 4 adet sona sahip) bahsettiğim haritayı hiç görmeden oyunu sonlandırmış oluyorsunuz.
Tabi harita ve bölüm tasarımlarının bu kadar göze batmasının tek nedeni oyunun hikayesi ve Japon teması değil. Bunun bir diğer nedenini incelemenin oynanış mekanikleriyle alakalı kısmında açıklayacağım.
Sekiro’ya “gerçekten” başladıktan sonra
Kolumuz da koptuktan sonra oyuna artık gerçek anlamda başlayabiliyoruz. Buraya kadar geçtiğimiz kısım, her ne kadar iki miniboss ve bir tam boss içerse de, bir nevi tutorial. Ancak kolumuzu kaybedip, Sculptor isimli ihtiyar bir NPC’nin yanında, sol kolumuz yerin protez bir kolla uyandığımız vakit oyun gerçekten başlamış oluyor.
Sol kolumuzun yerine geçen bu protez, oyunun tanıtımları esnasında en çok dikkat çeken özelliği olan kancalı ipinde yuvası. Bu kancalı ip sayesinde Sekiro (tek kollu kurt) oyunun müsaade ettiği her noktaya tırmanabiliyor. Buna ağaçların tepesi, binaların çatısı hatta bazen bossların kafası da dahil.
Bu kancalı ip ile neredeyse her yere çıkabiliyor olmamız oyunun hareket temposunu Soulslara nazaran iki üç kat arttırsa da, her yere hoplayabilmemiz ve kancalı ipin getirdiği bazı mekanikler oyunun tasarımında belli sorunlara sebebiyet vermiş.
Neredeyse her yere tırmanabiliyor olmamız, oyunun kendi içinde çelişmemesi adına, daha küçük ölçekli bir dünya projeksiyonu çizmesine sebep olmuş. Yani souls serisinde karşımıza çıkan o devasa ve grotesk yapıların benzerlerini burada göremiyoruz. Bu durumu bir de zaten inanılmaz hızlı olan karakterle bir araya getirdiğimizde, oyunun dünyası insanın gözünde iyice küçülen bir hale bürünmüş
Oyunda yaklaşık 40 kadar miniboss, 10’dan fazla Boss ve envai çeşit zorlu düşman bulunuyor olmasaymış haritayı gezme işlemi muhtemelen dakikalar içerisinde halledilebilirmiş.
Yazının önceki safhalarında bahsettiğim dünyanın yalın ve ilgi çekici olmayan tarafını da göz önünde bulundurursak (ki bakın bunları Japon kültürüyle alakalı biri olarak ifade ediyorum) Sekiro’da karşımıza çıkan dünyanın aman aman heyecan uyandırmadığını söyleyebilirim.
Oyunun başlarında karşılaşabileceğiniz en zorlu arkadaş bu, uzun bir müddet asıl bosslar dahi sizi bunun kadar zorlamayacak (iyi ki opsiyonel)
Ne diyorduk, hah protez. Tabi bu protez kol, sadece belli alanlara kancalı ip atmaya yaramıyor. Oyun boyunca muhtelif yerlerden edineceğiniz ekstraları Sculptor’a getirip kola; mızrak, şapka şekilli kalkan, havai fişek atıcı gibi ekstra özellikler kazandırabiliyoruz. Toplamda 10 farklı çeşit olan bu ekstra aparatları birde yetenek ağacı şeklinde bir ekranda, oyun dünyasının farklı yerlerinde bulduğumuz materyallerin yardımıyla, geliştirebiliyoruz. Böylece oynanışı bir miktar daha zenginleştirebiliyoruz.
Oynanışı zenginleştirmek derken, yazının başında bahsettiğim kısmı aklınızdan çıkarmayın. Ben her ne kadar dünya tasarımı ve hikaye olarak oyunu From Software’in Soulsborne serisiyle mukayese ediyor olsam da, temelde farklı bir oyun olduğunu bilerek bu oyunun başına oturdum.
Sekiro bir rpg değil sevgili okur. Sekiro azıcık Rpg sosuna bandırılmış bir aksiyon oyunu. Tek ve sabit bir karakteri yönlendirdiğimiz, sınıf seçimi, silah seçimi, büyüler, yetenekler, stat geliştirmeleri gibi şeylerin olmadığı bir oyun elimizdeki. Bu sebeptendir ki protez kolun farklı özelleştirmelerini kullanmak dahi oyunu oynarken sanki çok büyük bir değişiklikmiş gibi geliyor oyuncuya.
Protez kolunuzun geliştirmelerini de sürekli olarak kullanamıyorsunuz haliyle. Oldukça güçlü olan bu özellikleri kullanmak için Spirit Emblem harcamanız gerekiyor. Oyunun başlarında yanınızda 15 adet taşıyabildiğiniz bu amblemlerden, oyunun sonlarına doğru 20 kadar taşıyabiliyorsunuz. Her bir özellik farklı miktarda Spirit Emblem kullanıyor.
Protez kolu kenara bıraktığımızda oynanış elementi olarak geriye iki kısım daha kalıyor: Kılıç dövüşü ve gizlilik.
Bunlardan ilk olan kılıç dövüşü başta oldukça dinamik başlıyor. Düşmana vuruyor, düşman size vurmaya kalktığında blokluyorsunuz. Hem sizin hem de düşmanınızın “posture” barı bulunuyor. Bu posture barını düşmanınıza vura vura, zamanında bloklar atarak yahut farklı yetenekler ile doldurup düşmana vurduğunuzda –ne kadar canı kalmış olursa olsun- onu tek vuruşta öldürüyorsunuz.
Ve evet, bu olay bosslarda da bu şekilde işliyor.
Kafalarda soru işaretleri oluştu anlıyorum. Ortadan kaldırmak için durumu biraz daha detaylı bir şekilde izah etmem gerekiyor.
Sekiro çok hızlı bir oyun. Siz hızlısınız, saldırılarınız hızlı ve haliyle düşmanlarınız da hızlı. Tüm normal moblar ve Boss’lar souls serisi düşmanlarından çok çok daha seri şekilde size hücum ediyorlar. Ayrıca soulslardan ayrı olarak dodge atarak her türlü saldırıdan kurtulmak bu oyunda mümkün değil.
Sekiro savunma işleminin 3 kategoriye ayırıyor. İlki blok. Kılıç, sopa, balta ve çekiç gibi silahların hafif saldırılarını “Posture”unuz elverdiği müddetçe bloklayabiliyorsunuz. Burada posture bir nevi stamina gibi işliyor.
İkincisi dodge. Düşmanlarınızın geniş ölçekli, sizi yakalamaya yönelik veya bloklayamayacağınız ağır saldırılarından dodge ile kaçmanız icab ediyor. Bu tür bir saldırının geldiğiniyse oyun size kafanızın üzerinde kırmızı bir yazıyla haber veriyor. Herhangi bir bosstan bu saldırıyı yemeniz canınızın yarısına otomatik olarak veda etmenizle sonuçlanıyor. Bir de her bossun saldırısına göre kaçmanız gereken yön farklı, sırf dodge attığınız için darbe almayacağınızı düşünmeyin. Geriye dodge atmanız gereken yerde sağa atarsanız maalesef hiçbir faydası olmuyor.
Üçüncüsü ise sıçrama. Bossların ve büyük yaratıkların pek çoğunun “Cleave” saldırısı mevcut. Sağdan sola yahut soldan sağa geniş bir yarma/biçme manevrasıyla uygulanan bu saldırıdan evvel oyun yine size kafanızın üzerinde bir amblemle uyarıda bulunuyor. Bundan kaçmak için de tam zamanında zıplamanız icap ediyor.
Sekiro’da bu üç savunma metoduna alıştıktan sonra zorlanabileceğiniz boss sayısı bir elin parmağını geçmeyecek bir sayıya düşüyor. Lakin tamamen alışana kadar Sekiro pek çok oyuncuya Souls serisinden çok daha zor gelecektir, eminim.
Bütün bunları doğru yaptığınızda ve bunların arasında düşmana fazla nefes aldırmadan vurduğunuzda onun Posture barını dolduruyor ve sonunda “tek atıyorsunuz”. Pek çok Boss birden fazla can barına sahip olduğu içinse, onlara bu işlemi 2 yada 3 kere uygulamanız gerekiyor.
Bakın şimdi, problem burada. Sekiro sizden tam olarak kendi istediği gibi oynamanızı isteyen bir oyun. Düşmanları yenmenin tek bir yolu var. Onlara vurmak, kafalarına kafalarına vurmak, gardlarını düşürmeye zorlayıp can barına tek atana değin vurmak. Düşmanlarınız can barına sahip ama elinde kılıç olan herhangi bir boss’u canını azaltarak kesmek? Yok öyle bir şey, çıkarın onu aklınızdan.
“Ya arkadaşım abartma tüm oyun öyle mi yahu” Evet öyle. Oyunun “bütün”, opsiyonel olanlar dahil, mini boss ve bosslarını kestim. Oyunun sonlarına doğru zorluğu bir miktar arttırabilmek adına üstümde aktif şeytan çanı taşıyordum.
Kılıç dövüşü meselesi bu kadar. Elbette bossları inanılmaz oranda kolaylaştıran cheesing metodları ve buglar mevcut. Hatta ben bunlardan bolca keşfettim, bir kısmını reddit gibi forumlarda paylaşıp linç dahi yedim. Anlaşılan insanlar çok sevdikleri oyunların hatalarının, eksiklerinin ulu orta konuşulmasına katlanamıyorlar.
Protez kol ve kılıç dövüşünü kenara koyduğumuzda elimizde “gizlilik” kalıyor. Sekiro, bir nevi Ninja oyunu olması hasebiyle, gizlilik etmenini barındırmasını doğal olarak beklediğimiz bir yapım. Barındırıyor da ama gizliliği kesinlikle oyunun yapısına ana bir etmen olarak eklemeden.
Sekiro’yu bir defa dahi gizlenmeden bitirmeniz mümkün. Harika bir oyuncuysanız, çelik gibi refleksleriniz varsa bütün oyun boyunca oradan oraya zıplayıp düşmanları çatır çatır doğrayarak ilerleyebilirsiniz. Gizlilik tamamen opsiyonel ve oyunu belli alanlarda kolaylaştırması haricinde sadece ve sadece bir Boss’ta mecburi olarak kullanılıyor. (Büyük yılan)
From Software’in Sekiro’ya gizliliği koymasının asıl amacı anladığım kadarıyla sizi Ninja gibi hissettirmek, bir de oyundaki kimisi ana bosslardan dahi daha zor olan mini bossları daha rahat kesmenizi sağlamak. Çünkü gizliliğin kullanılmasını gerektiren, sizi gizlilik oyunu oynuyormuş gibi hissettiren hiçbir şey yok oyunda. Dediğim gibi yegane kullanım alanı ana boss savaşları haricindeki düşmanlara arkadan veya tepeden yaklaşıp tek bar canlarını anında almak.
Oyunda gizliliğin olduğunu duyduğumda ve oyuna benden daha erken erişmiş kişilerin Tenchu benzetmeleri eşliğinde, oyunun bir nevi Ninja Splinter Cell, MGS gibi oynanabileceğini düşünmüştüm. Nereden bileyim oyundaki gizliliğin sadece çömelmekten ibaret olduğunu…
Sağa sola taş atıp düşmanların dikkatini dağıtma, kül saçıp daha iyi gizlenme iki bir iki detay daha var… ama sene 2019 arkadaşım. Bu kadar az özelliğe sahip gizlilik oyunu olmaz yani. Gizlilik etmenlerini dolu dolu koymayacaksan da oyununu o yönden pazarlamayacaksın.
Sekiro’nun koca oğlanları
Bütün oyunun ve belki de bu incelemenin en can alıcı noktasına geldik. From Software oyunlarının vazgeçilmezleri, Bosslar.
Sekiro Boss sayısı olarak Soulsborne oyunlarından daha başarılı bir tablo çiziyor. Oyun minibossları da hesaba dahil ettiğinizde toplamda 50’den fazla bossa sahip. Bunların 12-15 tanesi (hangi sonla bitirdiğinize göre değişen sayıda) hikaye boyunca karşılacağınız ve geçilemeyen ana hikaye bossları. Kalan 35-40 arası minibossun ise yarısı opsiyonel, yarısı ise yine mecburen mücadele etmeniz gereken bosslardan oluşuyor.
Ana bosslar tasarım olarak Soulsborne oyunlarının kalitesine yaklaşsa da (bakın yaklaşsa diyorum) minibosslar için aynısını söylemek pek mümkün olmuyor. Miniboss’ların çoğu birbirine benziyor, kimisi ise normal mobların eline kocaman silah almış halleri olarak karşımıza çıkıyorlar.
Minibossların neredeyse hepsine gizlilik ile yaklaşıp bir kademe canını mücadeleden önce götürmek mümkün. O yüzden headless gibi ağır top birkaç mini boss hariç neredeyse hiçbir miniboss oyuncuyu zorlamıyor.
Bossların saldırı metodları ve teknikleri Soulsborne serisine nazaran daha çok çeşitlilik gösteriyor. Bunun yegane sebebi ise oyunun hızlı temposu ve sizin sahip olduğunuz üç yönlü savuşturma teknikleri (blok, dodge, zıplama) elbette.
Yazının az biraz yukarılarında da bahsettiğim gibi, oyuna eliniz bir kez alıştı mı neredeyse hiçbir bossta zorlanmadan ilerleyebiliyorsunuz.
Demon of Hatred ve oyunun gerçek son bossu gibi eliniz istediğiniz kadar alışsa da zorlanabileceğiniz bir takım bosslar mevcut elbette ama merak etmeyin, oyun medyanın size pompaladığı kadar “zor” değil.
İlk birkaç saati sinir krizi geçirmeden, sükunetle atlatabilir, ilk birkaç boss yaratığınızı da temizce keserseniz devamını rahatlıkla getirebiliyorsunuz. Bu o ilk birkaç saatte elinizdeki oyun kolunu parçalamayacağınız anlamına gelmiyor yalnız.
Genel olarak bakarsak, Sekiro başlarda Soulsborne oyunlarından daha zorlayıcı ama sona doğru gelip ünsiyet kesbettikçe kolaylaşan bir yapım. Boss çeşitliliği açısından ise From Software’in diğer oyunlarından daha fazla bossa sahip olsa da, bossların tasarım ve kalitesi açısından bir tırnak geride kalıyor.
Bu kaplamalar genjutsuyla oluşturulmuş olsa gerek
Ben Sekiro’yu PC’de oynadım. O sebepten oyunun konsol performansı ve kalitesi hakkında maalesef bir yorumda bulunamayacağım.
PC versiyonu hakkında söyleyebileceklerime gelirsek; oyunun optimizasyonu çok iyi. Optimizasyon hususunda From Software gerçekten çok başarılı iş çıkarmış. Gtx 1060/Rx 580/Gtx980 gibi bir kart ve ona dar boğaz yapmayacak bir işlemciyle oyunu baştan sona en yüksek grafik ayarları, 1080p ve 60fps’te rahatlıkla oynayabiliyorsunuz.
Oyun görsel açıdan çağdaşları ile kafa kafaya gidebilecek bir doku kalitesine yahut ışıklandırmaya sahip değil fakat efektler ve animasyonlar söz konusu olduğunda kesinlikle AAA bir oyun olduğunu ortaya koyabiliyor. Görsel açıdan inanılmaz kaliteli olmaması elbette oyunun pek çok sistemde çok zorlanmadan çalışabileceğinin de bir göstergesi.
From Software’in önceki oyunlarıyla yan yana koyduğunuz vakit ise ortaya farklı bir tablo çıkıyor. From Software geliştirdiği oyunlarda tasarıma çok özen gösteren bir firma, ama bunun karşılığında ince detay ve yüksek görsel kalite gibi unsurlardan neredeyse her oyunlarında feragat etmekteler (Japon oyun geliştiricileri Batı’daki stüdyolar kadar geniş kadrolarla çalışmıyorlar). Sekiro’da ise genel olarak tasarımdan bir tırnak feda edilirken, görsel açıdan önceki oyunları geçen ve animasyonlar/efektler söz konusu olduğundaysa sollayan bir yapım ortaya koymuşlar. Dağıtımcı olarak arkalarına Activision’u almaları yaramış diyebiliriz sanırım.
Görseller haricinde genel ses tasarımının ve seslendirmelerin de oldukça kaliteli olduğunu belirtmem gerek. Özellikle Japon çizgi filmleri ile aranız iyiyse Sekiro’nun, tavsiye edilen dili olan, Japonca seslendirmesine bayılacaksınız.
Genel ses tasarımı iyi dedim ama oyundaki kılıç ve metal sesleri olmamış yav. Boss savaşlarında bir yerden sonra tenekeye vurur gibi hissetmeye başlıyor insan.
Müzikler ise… yani klasik Japon ezgileri. Akılda kalıcı bir parça var mıydı derseniz, maalesef yok demek zorunda kalıyorum. Müzikler kısmında ses departmanı kadar başarılı bir iş çıkarılamamış.
Ölümsüz Ninjanın son nefesi
Sekiro ilk oynadığınızda inanılmaz zor ama mükemmel gözüken, oynadıkça kolaylaşan ve aynı zamanda kusurları gözünüze batmaya başlayan bir yapım. Mekanik olarak başta harika gelen oyun zaman içerisinde, sürekli aynı mekanikleri kullanmak zorunda olmanızdan ötürü, monotonlaşabiliyor. Tasarım olarak Souls oyunlarının grotesk batı mimarisinden çıkıp Japon topraklarına atılınca başta bir ferahlama gelse de, zamanla dünyanın bir Souls oyunu kadar dolu olmadığı gerçeğiyle baş başa kalıyorsunuz. Oyunun standart bir hikayeyi, tek bir kahramanın gözünden anlatması sebebiyle de, yeniden oynanabilirlik oldukça zayıflıyor.
From Software’i yeni IP’sinde yeni bir şeyler denediği için tebrik etmek gerekiyor. Baştan sona yeni bir oyun geliştirmek, hele hele liveservice değilse, pek çok şirketin çekindiği bir olay. From Software ise bu cesareti göstermiş ve ortaya kusurlu ama çok güzel bir oyun çıkarmış. Keşke üzerinde daha fazla çalışsalar (yada çalışabilecek daha fazla vakitleri olsaymış) yahut Souls serisinden komple kopmasalarmış. Belki o zaman çok daha başarılı ve çıkışının ardından yıllar geçse dahi hala oynanacak bir yapıma imza atabilirlermiş. (Oyun ticari olarak başarısız demiyorum bakın, Sekiro deli gibi satıyor şuan)
Trackback: Sekiro: Shadows Die Twice İncelemesi Huzurlarınızda - Oyun Fest