The Last of Us Part II İnceleme
Güzel günler mazide kalmış.
The Last of Us diyince hakikaten de kalem elden düşebiliyor, en azından benim için. Nasıl bir giriş yapsam, neyi yazsam, neyi çizsem gerçekten oldukça sıkıntı verici bir durum oldu. İlk oyunun çıkış yapıp bir efsane haline gelmesinin üzerinden dile kolay yedi yıl geçti. Joel ve Ellie ile sevginin gücünü ve hayatta kalmayı öğrendiğimiz The Last of Us, pek çok açıdan çıtayı arşa çıkaran bir yapım olmuştu. Haliyle The Last of Us Part II oldukça büyük bir yükü üzerinde taşıyor. Peki bunun üstesinden gelmeyi başarabilmiş mi?
Bir oyunu incelemek hiçbir zaman kolay olmuyor. Onlarca saat süren macerayı paragraflar ile sınırlandırmak, düşüncelerinizi kelimelere dökmeye çalışmak zor bir uğraş. Hele ki oyunla aranızda duygusal bir bağ oluştu ise, deneyiminiz bir oyunun ötesinde yolculuk halini aldı ise yükünüz daha da artıyor. Bu incelemeyi yazarken zorlanma sebeplerimden biri de hiç şüphesiz “Oyunun hakkını nasıl veririm?” sorusu oldu. Zira The Last of Us Part II bundan daha azını kesinlikle hak etmiyor.
Ne ilk oyun ne de ikinci oyun hakkında fazla hikaye bilgisi vererek keyif kaçırmak istemiyorum. The Last of Us Part II’ye başladığımızda, ilk oyunun sonları da size ufak bir şekilde sunularak “Nerede kalmıştık?” sorusu güzelce cevaplanıyor. Yeni maceramız ise, bıraktığımız noktadan beş yıl sonra başlıyor. Ellie ve Joel’i Wyoming eyaletindeki bir kasabaya yerleşmiş, diğer insanlar beraberinde düzensizlik içinde ufak bir düzen kurmuş şekilde buluyoruz. Geçen yıllar ile Ellie büyüyüp yetişkin bir kız olurken Joel ise açık şekilde yaşlanmış şekilde karşımıza çıkıyor. Ancak ikili arasındaki ilişki, geçen yıllar sebebiyle yeni bir hal alıyor. Bir nevi soğuk rüzgarlar esiyor. Sebebini keşfetmek ise elbette bize düşüyor.
Joel ve Ellie bir düzen kurdu dedik ama, bu düzen öyle bir düzen değil. Özellikle şu COVID-19 günlerinde sıkça duyduğumuz ‘yeni normal’ terimi, bu düzeni karşılayacak bir ifade olacaktır. Salgının insanlar ve doğa üzerindeki etkileri ilerlemiş ve tüm yaşam yeni koşullara adapte olmuş durumda. Yerleşimlerde müthiş bir iş bölümü mevcut. İnsanlar dönüşümlü olarak devriye ve kaynak arayışına çıkıyor, çocuklar ve yaşlılara bakıyor, normal bir topluluğun sürdüreceği tüm sosyal faaliyetler gerçekleşiyor. Tam bir mutlu son klasiği -yeni normal koşullarında-, değil mi? Ama tam da bu noktada The Last of Us Part II’nin yeni bir başlangıç olduğunu hatırlamak gerekiyor.
The Last of Us Part II’nin hikayesel anlamda en büyük belirleyicisi büyümüş Ellie oluyor. Artık çocuk olmayan karakterimiz, dolayısıyla daha amansız bir yola giriyor. Daha sert ve acı verici tecrübelerle karşılaşıyor, bunların sonucunda da önemli bir değişim yaşıyor. Hatta o güzelim masumiyetini kaybedip “Ezilme ez!” felsefesini bile benimsiyor. Ki hak vermemek elde değil. Oyun sırasında karşılaştığı şeyler hiç kolay değil. Bu zorluklara kimi zaman tek başına göğüs germek zorunda kalan Ellie, genellikle Dina’nın başını çektiği bir dizi karakterden de yol boyunca yardım alıyor. Yan karakterlerle ilişki açısından ise güzel bir derinlik hissi yakalandığını belirtebiliriz.
İlk oyunla ikinci oyun arasındaki tema farkı net bir şekilde hissediliyor. Duygusal baba kız ilişkisi, Ellie’nin artık kendi ayaklarında üzerinde duran bir kıza dönüşmesi ile daha sert bir hal alıyor. Zaten Naughty Dog da ikinci oyunun, çok daha sert bir atmosfere sahip olacağını çok kez vurgulamıştı. Oyunda ilerledikçe buna rahatlıkla şahit oluyorsunuz. Yeni kötüler, büyük yıkımlara sebep olan tecrübeler, benzeri görülmemiş nefret ve çok daha fazlası, size oynarken “Bu dünya daha ne kadar kötü olabilir?” diye sorduruyor.
The Last of Us Part II, ilk oyundan miras aldığı hikaye anlatım tarzını gelişen teknoloji ve yeni yaklaşımlar ile müthiş bir şekilde taçlandırıyor. Hikayesel açıdan sanırım daha iyi bir devam oyunu kurgulanamazdı. Çeşitli duyguları hissettiren, yeri geldiğinde yüzde buruk bir gülümseme bırakan, yeri geldiğinde “Hayır sadece toz kaçtı.” dedirten, yeri geldiğinde ise sinirden kontrolörü ısırtacak bir hikaye sunumu karşımızda. Tabi bazı birkaç eleştirim de yok değil hikaye için. Şimdi de bu eleştirileri sıralayalım.
Öncelikle hikayemiz fazlasıyla güzel, bunu tekrar vurgulayalım. Oyunda başka karakter yönetme imkanımız var. Spoiler vermek istemediğim için üzerinde çok durmayacağım. Sadece empati anlamında bu karaktere ısınmanız çok mümkün değil. İkinci olarak ise hikayenin önemli birkaç noktasında, beklentilerim biraz boşa çıktı. Gene detaya girmeyeceğim, ancak oyun boyunca oluşan o güzelim tempo ne yazık ki birkaç noktada fazlasıyla sırıttı. Bunları keşfetmeyi sizlere bırakıyorum, ancak muhtemelen karşılaştığınız zaman ne demek istediğimi iyi kötü anlayacaksınız.
Birkaç paragraf yukarıda, salgının artık ilerlediğini ve tüm doğa tarafından benimsendiğini söylemiştik. Pek çok şehir ve yerleşim yeşilliklere bürünmüş, harabe olmuş veya ufak yaşam belirtilerine kucak açmış şekilde karşımıza çıkıyor. Bir zamanlar iğne atsanız yere düşmeyecek meydanlarda, artık yere atacağınız iğne size ölümcül bir hata olarak geri dönebiliyor. Vahşi yaşam, enfeksiyonlular, saldırgan insanlar ve doğanın ta kendisi! Bu harap olmuş yeni dünyada, karşınıza canlı cansız pek çok düşman çıkıyor ve becerilerinizi sınıyor.
İkinci oyunla birlikte mevcut enfeksiyonlular arasında yeni türler ekleniyor. Bu türler arasında en dikkat çekenlerden biri de Shamblers. Kocaman cüssesi ile kurşun atarak kolay kolay halt edilemeyen Shamblers, zehirli bir gaz salarak size yavaş yavaş ama önemli şekilde hasar verebiliyor. Enfeksiyonlular doğada ve kapalı alanlarda tek tük olabildikleri gibi sürüler halinde de hareket edebiliyor. Yalnız olduklarında öldürmek kolay bir seçenek olsa da, onlarcası üzerinde bu tercih pek de iyi işlemeyecektir. Zaten The Last of Us da genel yapısı itibariyle gizliliğe yönlendiren bir seri. Eğer ki kolay zorluk seviyelerinde oynamıyorsanız, gizliliğe sıkı sıkıya bağlı kalmanız gerektiği bir gerçek.
İlk oyunda yer alan Ateş Böceği ve Avcılar gibi gruplara yenilerinin de eklendiğine şahit oluyoruz. WLF kısaltmasını kullanan Washington Liberation Front; köpekli devriyeleri ile oldukça tehlikeli olabiliyor. Seattle şehrinde hakimiyet mücadelesi veren grubun en büyük rakibi ise Seraphites. Kendilerini bir kült olarak gören ve değişik ritüeller gerçekleştiren bu grup ilkel imkanlarla mücadele ediyor. Daha çok ok yay ikilisi ve balta kullanan üyeleri gizlilik konusunda oldukça becerikli durumda. Oyundaki gruplar elbette bu kadarla sınırlı değil. Çeşitli yerleşim sakinleri, birkaç kişilik ufak gruplar veya yalnız kurtlar oyun boyunca karşınıza çıkıyor.
The Last of Us Part II’de tüm bu düşmanlarla mücadele etmek için farklı yollar size sunuluyor. İdeal olan elbette ki silah ateşlemeden sessiz bir şekilde ilerleyişi sürdürmek. Ancak bu her zaman mümkün olmuyor. Ateşli silahlarınızı ve yakın dövüş silahlarını kullanmanız gerekiyor. İlk oyunun mantığı devam etse de gelişmeler bariz şekilde göze çarpıyor. Çatışmalardaki akıcılık ve çeşitlilik çok daha iyi durumda. Boşa sıktığınız her kurşunun sizi zor durumda bırakacağını, kafanızı kaldırırken bile ciddi bir hasarla karşılaşma riskini aldığınızı rahatlıkla hissediyorsunuz.
Vuruş hissi anlamında devrim niteliğinde bir konsept karşımızda olmasa da çatışmalar oldukça eğlenceli şekilde seyrediyor. Farklı enfeksiyonlular ve farklı insan grupları arasında çok daha farklı çatışmalar yürüyor. İş yakın dövüşe geldiğinde ise oyun vahşetin sınırlarını zorluyor. Pek çok farklı bitirici hareket görüyoruz ve bunların bol miktarda kan ve parçalanan uzuv içerdiğini söyleyebiliriz. İkinci oyun hem hikayesel hem de oynanış açısından çok daha agresif bir yapıyı sergiliyor. Bu şiddet düzeyinin bazılarını rahatsız edebileceğini belirterek o klasik “oyuncunun ihtiyatlı olması tavsiye edilir.” kalıbını not düşüyoruz.
Benim gibi gizlilik tercih eden bir oyuncu iseniz gene güzel bir şekilde tatmin olacaksınız. Sürünme gibi yeni mekanikler sayesinde, artık yeni taktikler sizi bekliyor. Uzun çalılar arasına uzanarak açık görüşten uzak kalabilir ve tehlikenin geçmesini bekleyebilirsiniz. Şişe veya tuğlalarla dikkat dağıtmak, sessiz öldürmeler gerçekleştirmek veya düşmanların geçip gitmesini beklemek… hepsi sizin elinizde. Kaynak yönetimi açısından gizlilik büyük önem arz ediyor. Kolay seviyelerde oynamıyorsanız, atacağınız her merminin hesabını tutmanız gerekiyor. The Last of Us Part II’nin gizlilik mekanikleri de gizliliği bir tercih olmaktan çıkarıp eğlenceye dönüştürüyor.
Hazır çatışma ve gizlilikten söz etmişken biraz yapay zekaya değinelim. Bazı sorunlar yaşanmasına rağmen yapay zeka hem düşmanlar hem de yanımızdaki yoldaşımız açısından iyi durumda. Sesinizi ve görüntünüzü pür dikkat takip eden düşmanlar son görüldüğünüz yeri arama, gruplara ayrılıp bölgeyi kolaçan etme veya tehdide karşı birleşme gibi taktikler uyguluyorlar. Ayriyeten WLF köpekleri de kokunuzu takip ederek sizi bulabiliyorlar. Bundan kurtulmak için dikkat dağıtma yöntemleri kullanabilirsiniz. Ayriyeten düşmanların sizi kaybettikleri zaman aralarında “Şuraya gitti!”, “En son buradaydı!” gibi konuşmaları veya size tehditler savurmaları da ufak ama güzel bir detay.
Yapay zekanın sorunlu olduğu kısım hiç şüphesiz yoldaşımızda ortaya çıkıyor. Siz fark edilmemek için buz kesmiş ve çıt çıkarmaz bir vaziyette iken, yanınızdaki kişi siperler arasında gezinmeye veya düşmanların yoluna çıkmaya bayılıyor. Düşmanlar elbette ki onları fark etmiyor, bu durum da gerçekliğe ikinci darbeyi vuruyor. Düşmanlar açısından ise bazen gizlilik anlarında, gerçekliğe aykırı senaryolar yaşanabiliyor. Siz hatalı bir şekilde siper alsanız, görünür bir konumda bulunsanız bile düşmanlar arkasını dönüp gidebiliyor. Ancak bunun nadiren yaşandığını belirtmem lazım. Zira genel anlamda yapay zeka cezalandırıcı bir yapıdaydı.
Oyunun bel kemiği hiç şüphesiz keşif ve kaynak toplamaktan oluşuyor. Seçtiğiniz zorluk seviyesine göre oyundaki kaynak bolluğu değişiklik gösteriyor. Mermiler, bombalar, yeni silahlar, can kitleri ve üretim yapabilmeniz için çeşitli ham maddeler sizi bekliyor. Doğrudan ana görev odaklı gitmeyip çevrenizi araştırmak hayati öneme sahip. Zira bu vahşi dünyada hem ölümcül hem de dayanıklı kalabilmek için kaynaklara ihtiyacınız var.
Bulduğunuz ham maddeler sayesinde oyun içinde çeşitli şeyler üretebiliyorsunuz. Sağlık kitleri, patlayıcı bombalar, özel yakın dövüş silahları ve daha fazlası sizi bekliyor. Tabi bu kaynaklar sayesinde karakter geliştirmeleri yapmanız da mümkün. Sağlık barınızı büyütmek, gizlilik yetenekleri edinmek gibi imkanlar mevcut. Ayrıca oyun içerisinde bulacağınız çeşitli kitaplar sayesinde yeni geliştirme imkanları karşımıza çıkıyor.
Eski yaşama ait toplanabilir unsurlar da oyunda oldukça önemli yer kaplıyor. Salgından önce bir çocuğun her gün oynadığı oyuncağı, salgın başlayınca eşine veda eden bir adamın duygusal mektubu veya birkaç gün önce enfeksiyon kapıp kağıda son satırlarını yazan bir adamın dokunaklı sözleri… hepsi sizi etkileyip dünyanın ne hale geldiğini çarpıcı bir şekilde sergiliyor. Ancak her toplanabilir unsur sadece drama amacıyla yer almıyor. Oyundaki kasalara ait şifrelerin yazdığı notlar, aradığınız bir kişi veya şeyin son durumu hakkındaki bilgilendirmeler size oldukça yardımcı oluyor.
The Last of Us Part II keşif imkanları açısından fazlasıyla doyurucu. Oyun dünyasında bulacağınız şeyler, sadece yer kaplamak için orada değiller. Bu muhteşem şekilde hissettiriliyor. Yazılı her kağıt parçası ve eşya, bir yaşanmışlığın eseri olduğunu size gösteriyor. Hem mühimmatlar hem de toplanabilir unsurlar açısından oyun fazlasıyla zengin ve sizi bunları bulmaya güzel şekilde teşvik ediyor. Eğer hızlı bitirme (time run) yapmaya niyetiniz yoksa içinizdeki merakı durduramayıp oyun dünyasının altını üstüne getirmek isteyeceksiniz. Ve benim de naçizane tavsiyem bu isteği sonuna kadar kovalamanız. Çünkü gerçekten ilginç şeyler sizi bekliyor.
Oynanış anlamında eklenen çeşitli mekanikler, oyun dünyasını daha ulaşılır kılıyor. Yukarılarda sürünme mekaniğinin artık oyunda olduğundan bahsetmiştik. Sürünme ve dar yerlerden geçme gibi imkanlar sayesinde çok daha farklı noktalar sizin için ulaşılır hale geliyor. Kilitli kapılar, devrilmiş ağaçlar, yolu kapatmış kayalar artık sizin için engel değil. Halatlar kullanmak, etraftaki nesneleri yükseklik veya basamak olarak kullanmak veya doğrudan tabiat ananın nimetlerinden faydalanmak mümkün. Bu çeşitlilik sayesinde de her bir keşif denemeniz tekdüzelikten fazlasıyla uzak oluyor.
Oyunun önemli bir kısmı Seattle şehrinde geçiyor. Ama doğal olarak salgın sebebiyle pek çok farklı bölge ile karşılaşıyorsunuz. Yoldaşınız beraberinde tüm bu yerleri keşfetmek fazlasıyla eğlenceli. The Last of Us Part II bu oyun dünyasını yarı açık dünya konsept ile karşımıza çıkarıyor. Oyun dünyasında bulunduğunuz noktaya göre belirli bir kısım bölgeyi keşfetmekte özgürsünüz. Ancak bir süre sonra elbette script dahilinde itilerek hikayenin peşinden sürüklenmeye başlıyorsunuz. Seriyi hiç oynamayanlar, Uncharted’taki konsepti düşünebilirler. Ancak Uncharted’a kıyasla (son oyunu da baz alarak) çok daha özgür olduğumuzu belirtelim.
The Last of Us Part II’de gerilimi iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Karanlık bir ortama sadece el feneriniz ile daldığınızda, kendi ayak sesinizden başka hiçbir şey duymuyorsunuz. Ama o da ne? Uzaklardan bir çığlık işittiniz. Bu bir enfeksiyonlu mu, yoksa can çekişen bir insan mı? Gözünüzü dört açıp yola devam etmeniz lazım. Geçit kapalı, alttaki boşluktan sürünerek geçmeli. Sürünürken bastığınız cam parçalarının sesi odada yankılanıyor. Ve nihayet karşı tarafa geçmeyi başardınız. Tam ayağa kalkarken sağınızdan bir enfeksiyonlu üzerinize atlıyor ve sizi yere seriyor. Isırılmamak için büyük bir çaba verdikten sonra nihayet bıçağınızı kafasına saplamayı başarıyorsunuz. Artık derin bir nefes alma zamanı. Fakat gevşemeye asla yer yok.
Özellikle gizlilik sekansları gerilimi had safhaya çıkarıyor. Onlarca enfeksiyonlu veya insan arasında fark edilmeden ilerlemek gerçekten gerici ve beceri isteyen bir uğraş. Yaşadığınız beklenmedik karşılaşmalar da sizi yerinizden hoplatabilir. Ayrıca oyun sırasında karşılaştığınız sürülerden veya silahlı düşmanlardan son hız kaçmanız gerekebiliyor. Hızlı şekilde etrafınızı gözlemleyip doğru yolu seçmek ve yarın yokmuş gibi kaçmak oldukça sürükleyici.
Oyunu en özel kılan şeylerden birisi de şüphesiz duygu yoğunluğu. Dışarıdaki yaşam vahşi, Ellie yaşamın kendisinden bile daha vahşi. Ama başınıza büyük belalar açan o enfeksiyonluya ait olan mektupta, iki gün önce dönüşmekten ve ölmekten nasıl korktuğuna dair satırları okuyunca içiniz burkuluyor. Ya da Ellie kanlar içindeyken birden Joel ile geçirdiği eski güzel bir günü hatırlayınca yüzünüzde buruk bir gülümseme oluşuyor. Böylesine bir dünyada belki de en önemli şeyin manevi açıdan da ‘insan kalmak’ olduğunu fark ediyorsunuz.
Ellie gene oyun içerisinde günlük tutuyor, ama işi oldukça ilerletmiş. Daha ayrıntılı çizimler ve notlar tutuyor. Hatta ruh halini yansıtacak şekilde birkaç satır şiir de karalıyor. Karakteri derinlemesine keşfetmek açısından bu günlük büyük önem arz ediyor. Oyun açısından büyük önem arz eden gitar da duygusal yoğunluğu katlayan unsurlardan. Joel’in gitar çalmayı öğrettiği Ellie, oyunda karşısına bir gitar çıkınca oturup yavaş yavaş hünerlerini sergiliyor. Tabi biz de kontrolör üzerindeki touchpad ile Ellie’nin doğru akoru basmasına yardımcı oluyoruz. Bu gitar sekansları oyuna çok masum bir dokunuş katıyor ve boynunuzu büküp hayran bir şekilde Ellie’yi izlemenizi sağlıyor.
The Last of Us Part II görsel anlamda gerçek bir şölen sunuyor. Hareket yakalama seanslarındaki başarı üst düzeyde. Ellie başta olmak üzere tüm karakterler mimikleriyle ve tasarımlarıyla adeta ‘yaşıyor’. Apokaliptik dünya tasarımında oyun türünün en iyilerinden biri, belki de en iyisi. Mekan tasarımları, ışıklandırmalar, detaylı kaplamalar, enfeksiyonlular, farklı düşman tipleri farklı tasarımlar ve daha fazlası… görsel açıdan çok yoğun bir emek verildiğine şahit oluyoruz. PlayStation 4 Pro’yu bilemem ama, benim emektar PlayStation 4’üm oyunu oynarken fanı sayesinde “Abi çok zorlanıyorum!” diye bağırıyordu. Yeni nesil konsolların gerekliliğini bu şekilde de fark edebiliyoruz.
İşitsel deneyim açısından fazlasıyla memnun kaldım. Karakter seslendirmeleri hem orijinal dil hem de Türkçe dublaj için çok çok başarılı. Ortam seslerinin gerçekçiliği de atmosfere kapılmanız için daha çok sebep veriyor. Özellikle enfeksiyonluların en ufak nefeslerinin bile ürkütücü hale getirilmesi takdire şayan. En İyi Film Müziği Oscar Ödülü’nü iki kez kazanan Gustavo Santaolalla, neden bu kadar başarılı olduğunu bir kez daha gösteriyor. Oyundaki her müzik ortaya bir karakter koyuyor ve anlık tecrübeyi üst limitlere çıkarıyor. Duygusal gitar içeriklerinden agresif ortam parçalarına kadar her müzik o anki sahne ile birleşerek sizi yakalamayı başarıyor.
Genellikle böylesine dolu dolu ve kaliteli oyunlar için yazarken, kötü noktaların büyük bir kısmını sona bırakıyorum. Zira onlarca güzel şeyin arasına sıkıştırdığım zaman akılda kalmayacağını düşünüyorum. The Last of Us Part II’de de aynısı geçerli. Dina ile Ellie arasındaki ilişki oyun sırasında sürekli gözünüze sokuluyor. SJW tabanlı içeriğin oyunlara dahil edilmesine karşı olsam da bu konuda çok fazla laf bize düşmüyor. Ancak bunun sürekli olarak göze sokulması, yanı başınızda onlarca tehlike varken Dina ve Ellie’nin sürekli gevşek gevşek takılması fazlasıyla sinir bozucu oluyor.
The Last of Us Part II’nin oldukça vahşi bir oyun olduğunu söylemiştik. Bu durum beni fazlasıyla mutlu etse de bazıları için rahatsızlık verici bir durum olabilir. Bir diğer nokta ise yarı açık dünya tasarımı. Bulunduğunuz bölgenin bir kısmında özgür olmanıza rağmen bazen script dahilinde yavaş yavaş ana göreve yönlendirildiğiniz oluyor. Ayriyeten etrafı keşfederken bazen de farkında olmadan görev ilerleyişine paralel bir hamle yapıyorsunuz ve kendinizi birden sonraki sekansta buluyorsunuz. Geri dönme imkanınız da olmadığı için arkanızda keşfedilmemiş pek çok şey bırakıyorsunuz. Ancak çok sık yaşanmadığı için bunu bir nebze tolere edebiliriz.
The Last of Us Part II’yi bitirdiğim zaman içimde gerçekten bir boşluk oluştu desem yeridir. Birkaç eksiğine rağmen dolu dolu ve tatmin edici bir serüven yaşadığımı hissettim. İlk oyun size “Mühim olan hayatta kalmak değil, insan kalmak.” mottosunu aşılarken, ikinci oyun ise “İnsan kalmak için önce hayatta kalmalısın.” şeklinde realist ve bir nebze makyavelist bir yaklaşım sunuyor. Bir önceki apokaliptik tecrübem Days Gone‘da bulamadığım o sahicilik hissini burada müthiş şekilde hissetmeyi başardım. Her duyguyu yoğun şekilde yaşatan yapım büyük bir takdiri hak ediyor.
Şu an bir inceleme yazmanın en sevdiğim noktasındayım. Oyunun kapanış parçasını arka planda açıp, bu son paragrafı oluşturuyorum. Tecrübemi hatırlıyorum, aldığım ekran görüntülerine bakıyorum ve her seferinde hayran kalıyorum The Last of Us Part II’ye. Yaşattığı yoğun ve farklı duygular, realist hikaye sunumu, sahici karakterleri ve etkileşimler, muhteşem kıyamet sonrası dünya tasarımı, görsel ve işitsel deneyimi, karakter gelişimi ve daha fazlası… yukarılarda yazdığım sorunlar bu sürükleyici macera içerisinde toz olup kayboluyor.
“Ah Ellie… benim üzümlü kekim. O masumiyetini kaybettiğini görmek bazen acı vermiyor değil. Ama böyle olmazsan; muhtemelen hayatta kalamayacağını bilmek, bu yeni dünyada avcı değilsen av olacağının farkında olmak bir nebze rahatlık sağlıyor. Evet hayatta kalmak ilk önceliğin, bunu yapabileceğinden de şüphem yok. Çünkü en iyisinden öğrendin. Ama insan kalmak… bunu kendi başına öğrenmelisin. Emin ol zor olmayacak. Muhteşem bir kalbin var. Saatler süren, çokça kan, ter ve gözyaşına mal olan mücadelenin ardından, biraz soluklan. Gitarını al eline, ve Joel’den öğrendiklerini hatırla. Güzel melodiler boşaltsın kafanı ve hafifletsin kalbini. Güzel anılara dal. Böyle bir yaşamda en çok ihtiyacın olan şey; güzellikleri hatırlamak. Umuyorum iki oyundur süren yolculuğumuz, bende olduğu kadar sende de güzel anılar bırakmıştır. Artık nöbeti tamamiyle sana devrediyorum. Son olarak da uyurken silahının dolu olduğundan, ve tüm giriş çıkışları engellediğinden emin ol. Sevgilerle, Oyuncu…”